Aktarmalı Bangkok yolculuğumun ilk ayağı olan Almatı uçuşum için saat 5.30’te uyanıp akşamdan hazırladığım büyük valizimi de alıp yola koyuldum. 8.35’teki uçuşum için saat 7 civarlarında alanda olmuştum. Söz konusu uçakla yolculuk olduğunda hele bir de yurtdışı uçuşuysa erkenden alanda olmakta fayda var her zaman. Check in işlemlerimi hallettikten sonra bana kalan 1,5 saatlik zamanın 30 dakikasını pasaport kontrol sırasında geçireceğimi bilmediğim için bayağı bir oyalandım. Türk Telekom Prime abonesi olduğum halde TAV Passport (geçiş önceliği) uygulamasından faydalanamayışım kötü oldu. Neyse enseyi karartmıyordum. Önümde beni bekleyen uzun bir uçuş sonrası, hayatımda ilk kez göreceğim bir coğrafya, bir kültür vardı.
Yaklaşık 6 saat süren Almatı uçuşum Air Astana sayesinde oldukça keyifli geçti. Uçuş öncesi telefonuma yüklediğim Air Astana KCTV app. ile uçağın wifi ağına bağlanıp tüm uçuş boyunca telefonumdan film izleyip, dakika dakika üzerinde uçtuğumuz ülkeleri takip ettim. Zengin yemek ve içecek menüsü ile tüm diğer yolcular gibi beni de çok iyi ağırladılar. Air Astana benden tam puan aldı kısacası.
Öğle 2 gibi Almatı Uluslararası Havaalanı’na giriş yaptığımızda biraz hayal kırıklığı yaşadım açıkçası. Çünkü uluslararası havaalanından ziyade Türkiye’de küçük bir Anadolu şehrinin havaalanı gibiydi. İçeride uçan ve pasaport kuyruğu bekleyen yabancı turistlere kah neşeli kah korku dolu anlar yaşatan yavru yarasa ile biraz eğlendim neyse ki. Bangkok uçuşum gece 1’deydi ve bayağı bir zamanım vardı ve o zamanı da bu köhne yerde geçirmek istemeyen ben tüm cesaretimi toplayıp Kazakistan’a giriş yapmaya karar verdim. Kazakistan Türk vatandaşlarından vize istemiyor olsa da pasaport kontrolü sırasında sizden immigration form doldurmanız isteniyor.
Havaalanının önünden her 7 dakikada bir kalkan 92 numaralı külüstür bir otobüsle 80 Tenge (0,85 TL) ödeyerek şehir merkezine doğru yola çıktım. Tabi bunun öncesinde alandaki döviz bürosunda biraz para bozdurup Kazak Tenge’si almıştım. Otobüste kimse İngilizce bilmediğinden “Şehir merkezine nasıl gidebilirim?” gibi sorular maalesef yanıtsız kaldı. Neyse ki birkaç durak sonra otobüse binen öğrenci kıza derdimi anlatıp bana yardımcı olmasını sağlamıştım. Bana söylenen yerde inip kendimi bulduğum ilk restorana attım. Hem bir şeyler yiyecektim hem de internetini sömürecektim. Restorandaki garsonların da İngilizce bilmeyişi yüzünden sipariş etmediğim halde masama gelen omleti hiç itiraz etmeden yiyip bitirdim yanında da Kazak birası ile.
Yemek ve internet işlerimi halledip attım kendimi tekrar sokaklara. Bu arada Almatı beklediğimden çok daha gelişmiş, modern ve yemyeşil bir şehir. Gece hayatı konusunda Orta Asya’nın en iyisi kabul ediliyormuş. İlk fırsatta geri döneceğime söz verdim. Havanın sıcaklığından olsa gerek sokaklarda pek fazla insan yoktu. Bir de şehirdeki tüm tabelalar ve isimler Kiril alfabesinde olduğu için yolda gördüğüm ilk gence gidip gezebileceğim turistik bir yer sordum. O da sağ olsun bana eşlik edip benimle birlikte gideceğimiz yere kadar yürüdü. Şehirde turistik olarak pek fazla bir şey yoktu anladığım kadarıyla. (Bu arada yakın bir zamana kadar başkent olan Almaata’nın ismi Almatı olarak değişmiş ve 1998 yılında da başkent olma özelliğini Astana’ya kaptırmış.) Büyük geniş bir parkın karşısında yer alan Almatı Üniversitesi’nin olduğu bina önceleri parlamento binasıymış. Kısıtlı süre içerisinde görüp görebildiğim tek turistik şey bu oldu. Daha sonra bize dahil olan kız arkadaşı Saltanat ile birkaç saat Almatı turu attıktan sonra tekrar havaalanı otobüsüne binebilmem için benimle dakikalarca durakta bekleyen bu genç çifte ne kadar teşekkür etsem az. Almatı’da konaklamadım ama, seçenekler için göz atabilirsiniz…
Alana yeniden dönüp uçuş saatimin gelişini bekleyip, uçağa binip ilk öğünümü yedikten sonra gerisini hatırlamıyorum desem yeridir. Gözümü açtığımda uçak Bangkok havaalanına iniş için çoktan alçalmaya başlamıştı bile. Bangkok’ta beni puslu, sıcak ve nemli bir hava bekliyordu.
Bangkok Suvarnabhumi Uluslararası Havaalanı Almatı’dakinin aksine devasaydı. Zaten yılda 15 milyondan fazla turist alan bir şehre de yakışan buydu. Burada da yine immigration formumu doldurup şehre giriş yaptıktan sonra alanın en alt katında yer alan ve şehir merkezine giden metroya geldim. Gideceğiniz istasyon hangi bölgedeyse ona göre ücretlendirmesi bulunan toplu ulaşım sistemleri daha ilk görüşte tam not almıştı benden. Vagonları oldukça donanımlı ve temiz olan metroyla Phaya Thai durağına gidip oradan da skytrain ile otelimin hemen önünde bulunan Phloenchit istasyonuna vardım.
Oteldeki check in ve odaya yerleşme işlemleri sonrası attım kendimi Bangkok sokaklarına. Otelimin konumu merkezi olmasından dolayı yürümeyi seçtim. Otelimin olduğu bölgede irili ufaklı birçok Buda heykellerini ilk bakışta tapınak sansam da asıl büyük görkemli tapınakları Pattaya seyahatim sonrası gezecektim. Bangkok’taki otel seçenekleri için göz atabilirsiniz…
Muson yağmur sezonu olduğundan şehirde her daim bir sıcaklık ve nem hakim. Her adım başı konuşlanmış seyyar tezgahlardan gelen yemek kokuları da cabası. Açıkçası sokak lezzetlerini aşırı seven biri olsam da sokaktan bir şey yemeye çok da cesaret edemedim. Ta ki Çin Mahallesi’ni görene kadar. Söz konusu pis bulduğumdan değil aslında yiyeceğim şeyin tam olarak ne olduğunu bilmediğimden. Çünkü halkın çok büyük çoğunluğu maalesef İngilizce bilmiyor ama bir şekilde sizinle anlaşmanın bir yolunu buluyorlar.
Bangkok’taki ilk öğünümü küçük, mütevazı bir lokantada karidesli pilav ve kızarmış yengeç topları ile geçiştiriyorum öğlen. O gece bana katılacak olup üç gün birlikte zaman geçireceğimiz Ermeni arkadaşım Arsen’in beni Cumartesi akşamı götüreceği Bo-Lan’da zaten Thai mutfağının en iyilerini deneyim edecektim.
Arsen ile birlikte geçirdiğimiz üç günün sonunda Pazartesi günü o Myanmar’a ben ise Pattaya’ya doğru yola çıktım…
Buraya kadar yaptıklarımı özetleyecek olursak;
- Bangkok şehir turu (Buda heykelleri, AVM’ler, hediyelik alışveriş)
- Scarlett’te akşam yemeği ( Pullman Otel’in teras katında hizmet veren şehir manzaralı Scarlett DJ performansı eşliğinde akşam yemeği için ideal. İlk kez burada yediğim salyangozlarn tadı hala damağımda…)
- Yunomori Onsen&Spa’da rahatlama ( Kadın ve erkekler için ayrı özel havuzlarda önce rahatlayıp gevşeyip masaj sıranızı bekliyorsunuz. Sıranız geldiğinde ise kayıt sırasından belirtmiş olduğunuz masaj uygulanıyor. Benim tercihim aromatik yağlarla yapılan body scrub ve Thai masajı oldu. Ağzınızın tadı kaçmadan ayrılmak isterseniz eğer body scrubtan sonra mekanı yavaşça terk ediniz. Çünkü en hafifini seçseniz dahi Thai masajı biraz can yakıcı olabilir. Demedi demeyin.)
- Bo-Lan’da akşam yemeği (Bangkok’un en iyilerinden hatta Asya’nın en iyi 50 restoranından biri. Set menü olarak (S, M, L ) yaptığınız seçim sonrası önce Thai mutfağının en güzel atıştırmalıkları sonra ana yemek ve en son da tatlı servis ediliyor. Kişi başı 100-120 TL gibi bir ücret düşüyor. Bu arada siparişinizi verdikten sonra dilerseniz mutfaklarını ziyaret edebiliyorsunuz, çok da mutlu oluyorlar. Her şey o kadar şık o kadar temiz ve leziz ve onlar da kendilerinden o kadar eminler ki mideniz dolu yüzünüz güleç bir şekilde mekandan ayrılıyorsunuz. Bu arada ülkeyi ziyaret eden ünlüler hatta kraliyet ailesinin mensupları da zaman zaman burada yemek yiyormuş. (Ben de onların yalancısıyım…)
Pattaya serüveni başlasın!
11 TL gibi bir ücret ödeyip bindiğim külüstür ötesi otobüsle Pattaya yolculuğum yaklaşık 2 saat sürdü. Otobüs terminalinden şehir merkezine gitmek için kamyonet tarzı dolmuşların kasasında yolculuk ediliyor. İlk başta kulağa biraz garip gelse de oldukça ferah ferah bir toplu taşıma şekli.
İlk izlenim olarak Ege’de bir sahil kasabasını andıran Pattaya’da siz benim yaptığım hataya düşmeyip otelinizi önceden rezerve edin. Sonrası oldukça yorucu ve can sıkıcı olabiliyor. Eğlence ve plaj dışında bir atraksiyonu olmayan Pattaya’yı kesinlikle daha çok sevdim ama.
Pattaya’da gezilebilecek bir çok tapınak, müze ve büyük parklar bulunuyor ama ben şehir merkezinden çok da fazla uzaklaşmadım. Oteldeki resepsiyonist kızın önerisiyle gittiğim Kholan Adası ise tek kelime ile müthişti. Gerçek bir tropikal ada deneyimi sunan bu adaya ulaşım Walking Street’in sonundaki limandan hareket eden 8-10 kişilik sürat tekneleri ile yapılıyor. Yolculuk öncesi dağıtılan can yelekleri ilk başta gereksiz gibi görünse de 30 dk zıplaya zıplaya süren tekne yolculuğunda kesinlikle giymeniz gerektiğine kanaat getiriyorsunuz. Akşam saat 5.00’te aynı tekne ile dönüş yolundaysa o kadar da ürkütücü gelmiyor artık o zıplamalar. Normalde 2 gün kalacağım Pattaya’da bir gece de fazladan kalıp tekrar Bangkok’a dönmem gerekiyor maalesef…
Pattaya notları:
- Seks turizmi oldukça yaygın ve normal kabul ediliyor.
- Rus ve Arap turistler oldukça fazla nüfusa sahipler.
- Masaj, manikür, pedikür oldukça ucuz ve yaygın. Hatta ilk pedikürümü de burada yaptırdım hem de 20 TL gibi bir ücrete.
- Seyyar tezgahlarda satılan akrep, çekirge, kurbağa gibi canlılar ilk gördüğümde oldukça şaşırtsa da orada olduğum süre içinde alıştım. Satıcı adamın ikram ettiği akrep-şişi nazikçe geri çevirmiş olsam da bir tane kurtçuğu ağzıma atmışlığım var. Hatır uğruna…
- Bangkok’a göre az daha ucuz bir şehir. Konaklama alternatifleri de daha ucuz…
- Thai mutfağının yanında bolca fast food zincirleri ve İtalyan restoranları hatta Türk restoranları da mevcut. Hani olur da döner falan yemek isterseniz…
- Şehir içi ulaşım aracı olarak motor taksiler hem ucuz hem hızlı.
- Royal Garden Plaza’da alışveriş için yarım gün hatta tam gün mutlaka ayırmalı!
- 3-5-7 gün asla yetmez! Birkaç hafta harcamak gerek düşüncesindeyim gelecek sefer.
Yeniden Bangkok…
3 gün ayrı kaldığım Bangkok’u özlediniz mi diye soracak olursanız cevabım hayır olur.
Herkesin bir yerlere yetişme derdinde olduğu, kocaman gökdelenlerin, AVM’lerin her
adımda önünüzü kestiği, kasvetli, gürültülü bir metropol olarak kalacak hafızamda Bangkok. Kalan iki günümü de Pattaya’da geçirmek isterdim ama burada da görmem gereken tapınaklar vardı. Yoksa İstanbul’a gelip de Topkapı Sarayı’nı görmemek gibi bir şey olurdu. Bu sefer kaldığım otel şehir merkezine ve toplu ulaşıma uzak ama tapınaklara, Çin Mahallesi’ne ve Bangkok gece hayatının kalbinin attığı Walking Street’e yakındı. Hoş bunu, tapınakları ve Çin Mahallesi’ni gezdiğim ve aşırı derece yorulduğum son gece öğrenecektim.
Instagram aracılığıyla benim Bangkok’ta olduğumu öğrenen bir Thai takipçimle o öğlen buluşup başlıyoruz hedeflerimize ilerlemeye. İlk durağımız Wat Pho oluyor. Yatan Buda Tapınağı olarak da geçen bu tapınak aynı zamanda bir meditasyon ve masaj eğitim merkeziymiş. 1800’lü yıllarda getirilen bu devasa figür 46 metre uzunluğa sahipmiş. Altın kaplamalı bu dev buda figürü şüphesiz tapınağın en ilgi çekici noktası. İçeride bulunan birbirinden renkli figürler, oturan buda heykelleri ve de huzur veren, dinlendiren süs havuzlarının yanı sıra geleneksel Thai masajı da yaptırmak mümkün. 300 baht karşılığında yeniden o acıyı yaşamak istemediğimden ben şahsen yaptırmadım. Giriş ücretinin 100 Baht olduğu tapınak her gün 17.00’ kadar ziyarete açık.
Wat Pho’dan sonra Wat Arun’a geçmek için Çao Phraya Nehri’nde kısa süren bir tekne yolculuğu yapmak gerekiyor. Nehrin iki yakasında bulunan tapınakları uzaktan görüp fotoğraf çekebilmek için harika bir fırsat bu. Tapınağın çevresinde yan yana sıralanmış bir çok geleneksel Thai restoranı var. Diğer tapınağa geçmeden önce bunlardan birinde öğle yemeği molası vermek hiç de fena bir fikir değil. Art&Eatery mottosuyla hizmet veren, gençlerin işlettiği AMA isimli salaş görünümlü bir restorana giriyoruz. Arkadaşım sipariş ettiği Pad Thai’i ben ise Thai usulü çorbamı ve pilavımı mideye indirip tekrar yollara düşüyoruz. Fiyatlar mı? Tabi ki çok ucuz yine…
Az önce de söylediğim gibi Wat Arun’a gidebilmek için oldukça dalgalı ve büyük, suyu kahverengi olan Çao Phraya’da bekleyen turistik teknemize binip 8-10 dakikalık bir yolculukla Wat Arun’a varıyoruz. Burası görsel anlamda beni daha çok çekiyor daha ilk andan itibaren. Zaten Tayland’ın da en bilindik simge yapılarından biri. Eyfel kulesini andıran sivri kuleyi mutlaka bir yerlerde görmüşsünüzdür. Yaklaşık 90 metre uzunluğundaki kuleye sahip Wat Arun’un Thai dilindeki anlamı Şafak Tapınağı imiş. Gün doğumunda ya da batımında inanılmaz güzel karelere yakalamak mümkün burada. Ama maalesef bakımda olduğu için bu kulenin en üst katına çıkma şansını bu seferlik yakalayamadım. Bu arada tapınaktayken bastıran Muson yağmuru yaklaşık 1 saat sürdü ve her yanı sel götürdü. Sel götürdü dediysem öyle taşan nehirler, yüzen otomobiller falan yoktu ama bayağı şiddetliydi.
300 yıllık geçmişe sahip bu tapınağın içinde turuncu kıyafetleri ve kısa saçlarıyla Budist rahipleri görebilmek mümkün. Fotoğraf çektirme konusunda bazıları çok cana yakınken bazıları da biraz yabani davranabiliyor o yüzden önceden izin istemek en doğrusu sanırım. Yakın zamanda hayatını kaybeden başrahip için tapınağın bahçesinde dualar okunup, geleneksel bir tatlı dağıtılıyordu. Tatlıyı yapan Taylandlı kadınlar o kadar tatlıydılar ki bize de ikram ettiler. İkram edilen şeyi yememek her kültürde büyük saygısızlık sonuçta. Ama neyse ki tadı gayet güzeldi. Bu arada bana eşlik eden Tay arkadaşımın söylemesine göre o topraklarda halktan biri öldüğünde 10 gün, din adamı öldüğünde 100 gün, kraliyet ailesine mensup birisi öldüğünde ise 1 yıl yas tutulup, dua okunurmuş. Wat Arun’daki gezimizi bitirdiğimizde güneş yavaştan gözden kaybolmaya başlamıştı.
Flower Market (Çiçek Pazarı) sonraki durağımızdı. Büyük kapalı bir pazar olan çiçek pazarında onlarca tezgahla birlikte yüzlerce de çalışan vardı. Büyük çoğunluk çiçekleri dallarından ayırıp paketlerken bir kısmı hesap kitap yapıyor bir kısmı da paketlenmiş çiçekleri tasnif ediyordu. Çiçek pazarı ne kadar ilginç olabilir ki diye düşünüyor olabilirsiniz ama çiçeklerin neredeyse tamamı dini ritüellerde kullanılmak üzere paketleniyordu yanılmıyorsam. O kadar çok çiçek ve o kadar çok çalışanla resmen bir sektör yaratmışlar.
Çiçek pazarı gezimizi de bitirip beni nedense en çok heyecanlandıran yerlerin başında gelen Çin Mahallesi’ne doğru yola çıktık. Tayland’a has renkli bir tuk tuk ile yaklaşık 15 dakikalık yolculuğun sonunda geldiğimiz ışıl ışıl, aşırı gürültülü ve her yerde seyyar Çin yemeği satıcılarının olduğu yer tabi ki Çin Mahallesi’ydi. Cadde boyunca sağlı sollu Çince yazan rengarenk neonların olduğu, ağır yemek kokularının birbirine karıştığı bu mahallede açılışı duck gyoza (ördek eti dolgulu börek) ile yaptım. Sanırım Tayland’ın en kalabalık noktası burasıydı. Uzun bir yürüyüş sonunda sokak arasına atılmış masalara oturup o ünlü sokak lezzetlerini deneme vakti gelmişti. Çin böreği ve deniz mahsullü Pad Thai Bangkok’ta yiyeceğim son akşam yemeğiydi. Artık neredeyse gece olmuştu, yorulmuştum, otelime dönüp bavul hazırlamam gerekiyordu. Çünkü sabah saat 8.00’da beni otelimden alıp havaalanına götürecek olan Uber aracı ile Tayland’a veda edecektim. Hem de 12 saat süren bir uçak yolculuğu ile…
Notlar, notlar, notlar…
- Tapınaklarda kıyafet konusunda oldukça katı kurallar var. Gitmeden mutlaka kıyafet kurallarına göz atmakta yarar var. Uygun kıyafetle gitmediyseniz eğer orada kiralama şansınız da var ama…
- Alışverişten, ulaşıma her yerde mutlaka pazarlık yapmak şart. Tapınak girişinde 100 Baht’a aldığım el boyaması resmi az ileride iki tanesini 100 Baht’a satıyorlardı mesela.
- Halk genellikle sıcak kanlı cana yakın. Güvenlik konusunda hiçbir sıkıntı yaşamadım.
- Taximetreli taksileri tercih edip mutlaka taximetreyi açtırmak gerekli.
- Gitmeden önce asker ve polis hakkında duyduğum onca kötü hikayenin aksine askerler oldukça sıcak kanlı ve turiste saygılılar. Hatta yedikleri tatlıdan bir tanesini bana ikram etmişlikleri bile var.
- Çantada yağmurluk, şemsiye ve harita her zaman hazır bulunmalı.
- Bangkok’taki Walking Street’te, afrodizyak etkisi verdiği söylenen akrep-şişler özellikle yabancı turistler arasında oldukça revaçta. İşe yarıyor mu dersiniz?
- Uber ve Grab uygulamaları oldukça güvenli ve taksiyle aynı fiyatta. O yüzden gönül rahatlığıyla tercih edilebilir.
- Ülkemizin gözünü seveyim maalesef Starbucks ve fast food zincirleri bizdekine göre az daha pahalı. O yüzden sadece interneti için kullanılabilir bu mekanlar.
Son söz: Başta da söylediğim gibi bugüne kadar çoğunlukla Avrupa’ya seyahat etmiş olan beni oldukça şaşırtan ve büyüleyen Tayland kesinlikle birkaç kez daha ziyaret edilmeyi hak ediyor. Hatta imkanlar el verdiği takdirde bundan böyle sadece uzaklara mı seyahat etmeli diye düşünmüyor değilim. Yaşadığım dolu dolu sekiz günü üç beş sayfaya sığdırmaya çalıştım. Ben yaşarken ve yazarken çok keyif aldım. Umarım biraz da olsa aynı keyfi siz de almışsınızdır.
Bon voyage…